Günümüzden aşağı yukarı 50 bin yıl Önce dünyamızın bir çok yerleri buzlarla kaplı bulunuyordu. Alabildiğine soğukların hüküm sürdüğü dünyada hayvanların en vahşî en büyük ve en korkunçları yaşardı.
İşte insanoğlunun 50 bin yıl önceki ceddi, bütün bu zor koşullar içinde hayatını yaşamak zorunda idi. Vahşî hayvanlar ile olduğu kadar dondurucu soğuklar ile mücadele etmesi gerekiyordu insanların. Tabiatla savaşmak ve gününü yaşamak zorunda bulunan insan neslinin bu şanssız ilk temsillerinin yedikleri, bin zorlukla avladıkları hayvanların etleri ile bir takım bitkilerin yaprak ve köklerinden ibaretti. Yattıkları yerler ise kayalar içindeki mağara ve inler i]e iri ağaçların kovuklarıydı sadece.
İşte 50 bin yıl öncesinin insanları böylesine zor ve tehlikeli bir hayat yaşamalarma rağmen biran olsun mücadeleden vazgeçmemişlerdi. Tabiatın o korkunç buzulları, alabildiğine soğuk ve kar fırtınaları ile dev yapılı vahşî hayvanlar onları ne yaşamaktan, ne de çalışmaktan yıldırmadı asla. Hayatlarım emniyet altına alacak ve yaşamalarını kolaylaştıracak yenilikler peşinde durup dinlenmeden koştular, bunlara çareler aradılar. Hayatları pahasına da olsa buldular. Ancak buldukları ile de kanaat etmeyip daha rahatlarını, daha emniyetlilerini. onları da buldular. Tabiatın kendilerine bahşettiği en değerli haslet olan akıl ve zekalarını kullandılar ve bütün bu çabalarının mükâfatını da gördüler her zaman

Vurdukları hayvanların etini çiğ çiğ yiyen, postundan kendisine sarınıp soğuktan korunacağı elbise yapan insanlar, daha ziyade doğuya bakan ve böylelikle kuzeyin büsbütün so-gup olan rüzgârlarından kısmen korunmuş mağara, in ve kovuklarında oturuyordu. O ana kadar insanlık ve uygarlık yolunda yaptıkları en önemli buluşlar: vahşî Hayvanları hem onların tehlikesinden kendilerini korumak hem de açıklarını gidermek için öldürmekte kullandıkları taş ve kemikten yapılma silâhları idi. Fakat yontma Taş devrinin insanları yaşama yolunda giriştikleri büyük mücadele sırasında çok geçmeden insanlık tarihinin en büyük keşfini yaptılar.
İnsanoğlunun 50 bin yıl önceki ceddi içinden birisi, günün birinde, belki de eline geçirdiği tahta parçasının ucunu sivriltip kendisine silâh yapmak için bir diğer tahta parçasına sürterken, birbirine sürtünen iki tahta parçasından bir dumanın yükselmekte olduğunu kim bilir ne büyük bir heyecan ve dehşet içinde görmüştü. Hele bu duman çok geçmeden alev alev yanmaya başlayınca kapıldığı büyük insanoğlunun yaşantısında ne kadar büyük önem taşıyorsa, bugün de bu büyük öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir. Yontma Taş devrinin insanı da, füze ve uzay çağının insanı da ateşten ayni şekilde faydalanıyorlar. Hatta denilebilir ki, bu faydalanmanın ölçüsü on binlerce yıldan beri her gün biraz daha çoğalmaktadır. Ateşin bulunmasıyla başlayan uygarlık yine ateş ile birlikte ebediyete doğru sürüp gidiyor böylece… Panik ve dehşet onu belki de insanlığın en büyük keşfini yapmış olmaktan ötürü sevindirememiştir bile. Fakat ortada inkâr kabul etmez bir gerçek vardı, insanoğlu ateşi elde etmişti böylece.
“Uygarlık, ateşin keşfi ile başlar…” Ateşin bulunuşundan binler ve binlerce yıl sonra bu sözü söyleyen bilgin yerden göğe kadar haklı idi. Hakikaten dünyamız üzerinde uygarlık, iki sopanın birbirine sürtünmesiyle çıkan bu ateş ile başlamıştı.